31 Ağustos 2013 Cumartesi

http://surrealkedi.tumblr.com/

Biraz da buradan yazıyorum. Bazen değişmek gerekir.
On bir bin dokuz yüz doksan dokuz balık ”İyi geceler ” diyerek gidip uyudular. Büyükanne de uyudu; ama bir tane küçük kırmızı balık ne yaptıysa da gözlerini uyku tutmadı. Sabaha kadar denizi düşündü durdu.

19 Temmuz 2013 Cuma

.

"O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler." demiş Yaşar Kemal.
Bir cümle, işte böyle insanın burnunun direğini sızlatıyor.
Neredesiniz güzel insanlar? Nerede durdu o güzel atlar?
Bulabilsem gittiğiniz yeri, geçirebilsem içimdeki şu özlemi.
Yüreği kocaman insanlar.
Son dilim ekmeğini dostuna veren insanlar.
Acıyı bölüşen insanlar.
Birlikte ağlayan insanlar.
Neredesiniz?

12 Temmuz 2013 Cuma

Sizin Hiç Babanız Öldü mü?

Sizin hiç babanız öldü mü? 
Benim bir kere öldü kör oldum 
Yıkadılar aldılar götürdüler 
Babamdan ummazdım bunu kör oldum 
Siz hiç hamama gittiniz mi? 
Ben gittim lambanın biri söndü 
Gözümün biri söndü kör oldum 
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak 
Şöylelemesine maviydi kör oldum 
Taşlara gelince hamam taşlarına 
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi 
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm 
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü 
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum 
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı? 


Cemal Süreya

Benim hiç ölmedi. Ölmedi ama... Neyse. Bir gün yazarım belki. Yazabilirsem.

16 Haziran 2013 Pazar

VURULDUK EY HALKIM

Dağ gibi kara yağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık. Vurulduk ey halkım, unutma bizi... Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım unutma bizi... Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı, bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi... Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu. Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Giresun'daki köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük. Adana'da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük. Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular. Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi... Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk;komunist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım unutma bizi... Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimize. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere. Asıldık ey halkım, unutma bizi... Bizi öldürenler , bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi... Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.





Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi., hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi... UĞUR MUMCU

17 Mayıs 2013 Cuma

Diyalektik Mutsuzluklar- Murathan Mungan


bir uzak sabah denizidir gittiğin kapı 
ellerinde rüzgârın taşınmaz çamurları var 
köpürmüş soylarımı toplarken çürüyen yanlarımdan 
inan batmış şehirler gibi onarılmaz anılar 
gözlerinde unuttuğum o eski aciz miras 
almaya gelsem soluğumda dalgın yosun kokusu 
biliyorum artık hiçbir gemi beni taşımaz 
ve yeniden büyür içimde mağrur bir zakkum gibi 
                                                 terk edilmek korkusu


susarsın bir silâhsızlanma akşamı 
susarsın dudaklarında ıslıklar kanar 
öpülmez dudakların ıslık yarası 
mavzerdir dokunmalarım kirvem bilirsin 
öpemem, öpersem tekmil bir aşiret tragedyası 


hüznünü ver bana yeter, gizli hüznünü 

kolları bağlı hüzün olsun dört yanım 
ırağına vurma beni kirvem, ağlarım, delirirsin 
sonra derler haklıdır sevdası 
geç olur ki artık onarmaz rakılar 
geç olur bir yaraya rakının dağılması 


sen denize sırtını dönen uykusuz dağlı 
gemiler nerde (ki çoğu hüviyetidir melankolinin) 
nerde aykırı mavzerler (onlara sığdıramazsın ki öfkelerini) 
barut esmeri tenine sevdalarımı sürdüğüm 
nasıl taşıdın bunca yıl delirmiş saçlarında 
                                           o eski şark yelini 
biliyorum dokunsam parmaklarım kırılır 
dokunmasam eşkîya uykusuzluğu çetin silâhlar gibi 


16 Mart 2013 Cumartesi

Neydi?


Ne kadar da iyiyizdir insanları yargılamakta, insanları gruplara ayırmakta.
Bir Tanrı varsa eğer yukarda, sen ona hangi ismi söylersen söyle, birlikte yolladı bizi dünyaya.
Kaşımız, gözümüz, ağzımız, burnumuz, ellerimiz, kollarımız... Gülüşlerimiz sonra, gözyaşlarımız... Hiçbirimiz farklı değildik birbirimizden.
Bilmiyordum tenimin rengi neydi, hangi ülkedeydim, dilimin adı neydi ya da din... Neydi?

Bir çocuktum sadece.
Küçücük bir çocuktum, karşı komşumuz bizle aynı renkte değil diye öldürülürken.
Küçücük bir çocuktum, bakkal amca bizle aynı dili konuşmuyor diye öldürülürken.
Küçücük bir çocuktum, kimler kimler bizle aynı şekilde dua etmiyor diye öldürülürken.
Dövülürken.
Yakılırken.
Susturulurken.
Yok edilirken.

Küçücük bir çocuktum sadece.
Küçük bir çocuğun gözlerine bakıp onu yargılayabilir misiniz?
Doğduğu topraktan, inandığı Tanrı'dan dolayı onu suçlayabilir misiniz?
Belki beyazım, belki siyahi, belki alevi, belki sünni, belki de hiçbiri.
Belki de hiçbiri değilim.
Sadece insanım ben.
Sınırları olmayan bir dünya düşleyen.
Beni yargılayabilir misiniz?
"Öyle yanlış bir zamanda yaşıyorum ki." dedim kendi kendime.
Kafamın içi tonlarca şeyle dolu, ama yapışıp kalmışım şu sandalyeye. Her şey önümde, her şeye ulaşıyorum. Sorun şu ki aslında ulaşmam gerekmiyor! O aptal oyunları oynamam ya da X/Y kişinin ne yaptığını incelemem gerekmiyor, gereksiz bir sürü sitede dolaşıp durmam da öyle.
Zihnim kusmak için çırpınıyor. Bir şeyler yazmam gerekiyor, anlatmam gerekiyor. Yürürken, sessizken hikayeler yazıyorum kendi kendime; sonra şu parlak ışıklı şeyin karşısına geçip kendimi bile unutuyorum.
Çok yanlış bir çağda yaşıyorum. Çok yanlış şeylere kapılıyorum. 
Demiştim, Cemal Süreya'yı pek severim. Bugün bir şiiri düştü aklıma, sevdiğim bir başka şaire ithafen:
"Yeşil ipek gömleğinin yakası büyük zamana düşer
Her şeyin fazlası zararlıdır ya fazla şiirden öldü Edip Cansever"
Bugün bir şiir düştü aklıma, çıkamadı olduğu yerden. 
Affet beni Cemal Ağabey, dönüyorum sana! Şiirler aşkına!
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, hayata bağlanmak varken olduğumuz yere bağlanıp kalıyoruz.
Bu defa başarmalıyım, bu defa yazmalıyım.
Parmaklarım acıyor.