22 Şubat 2014 Cumartesi

31 Ağustos 2013 Cumartesi

http://surrealkedi.tumblr.com/

Biraz da buradan yazıyorum. Bazen değişmek gerekir.
On bir bin dokuz yüz doksan dokuz balık ”İyi geceler ” diyerek gidip uyudular. Büyükanne de uyudu; ama bir tane küçük kırmızı balık ne yaptıysa da gözlerini uyku tutmadı. Sabaha kadar denizi düşündü durdu.

19 Temmuz 2013 Cuma

.

"O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler." demiş Yaşar Kemal.
Bir cümle, işte böyle insanın burnunun direğini sızlatıyor.
Neredesiniz güzel insanlar? Nerede durdu o güzel atlar?
Bulabilsem gittiğiniz yeri, geçirebilsem içimdeki şu özlemi.
Yüreği kocaman insanlar.
Son dilim ekmeğini dostuna veren insanlar.
Acıyı bölüşen insanlar.
Birlikte ağlayan insanlar.
Neredesiniz?

12 Temmuz 2013 Cuma

Sizin Hiç Babanız Öldü mü?

Sizin hiç babanız öldü mü? 
Benim bir kere öldü kör oldum 
Yıkadılar aldılar götürdüler 
Babamdan ummazdım bunu kör oldum 
Siz hiç hamama gittiniz mi? 
Ben gittim lambanın biri söndü 
Gözümün biri söndü kör oldum 
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak 
Şöylelemesine maviydi kör oldum 
Taşlara gelince hamam taşlarına 
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi 
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm 
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü 
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum 
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı? 


Cemal Süreya

Benim hiç ölmedi. Ölmedi ama... Neyse. Bir gün yazarım belki. Yazabilirsem.

16 Haziran 2013 Pazar

VURULDUK EY HALKIM

Dağ gibi kara yağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık. Vurulduk ey halkım, unutma bizi... Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım unutma bizi... Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı, bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi... Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu. Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Giresun'daki köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük. Adana'da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük. Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular. Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi... Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk;komunist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım unutma bizi... Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimize. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere. Asıldık ey halkım, unutma bizi... Bizi öldürenler , bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi... Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.





Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi., hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi... UĞUR MUMCU

17 Mayıs 2013 Cuma

Diyalektik Mutsuzluklar- Murathan Mungan


bir uzak sabah denizidir gittiğin kapı 
ellerinde rüzgârın taşınmaz çamurları var 
köpürmüş soylarımı toplarken çürüyen yanlarımdan 
inan batmış şehirler gibi onarılmaz anılar 
gözlerinde unuttuğum o eski aciz miras 
almaya gelsem soluğumda dalgın yosun kokusu 
biliyorum artık hiçbir gemi beni taşımaz 
ve yeniden büyür içimde mağrur bir zakkum gibi 
                                                 terk edilmek korkusu


susarsın bir silâhsızlanma akşamı 
susarsın dudaklarında ıslıklar kanar 
öpülmez dudakların ıslık yarası 
mavzerdir dokunmalarım kirvem bilirsin 
öpemem, öpersem tekmil bir aşiret tragedyası 


hüznünü ver bana yeter, gizli hüznünü 

kolları bağlı hüzün olsun dört yanım 
ırağına vurma beni kirvem, ağlarım, delirirsin 
sonra derler haklıdır sevdası 
geç olur ki artık onarmaz rakılar 
geç olur bir yaraya rakının dağılması 


sen denize sırtını dönen uykusuz dağlı 
gemiler nerde (ki çoğu hüviyetidir melankolinin) 
nerde aykırı mavzerler (onlara sığdıramazsın ki öfkelerini) 
barut esmeri tenine sevdalarımı sürdüğüm 
nasıl taşıdın bunca yıl delirmiş saçlarında 
                                           o eski şark yelini 
biliyorum dokunsam parmaklarım kırılır 
dokunmasam eşkîya uykusuzluğu çetin silâhlar gibi 


16 Mart 2013 Cumartesi

Neydi?


Ne kadar da iyiyizdir insanları yargılamakta, insanları gruplara ayırmakta.
Bir Tanrı varsa eğer yukarda, sen ona hangi ismi söylersen söyle, birlikte yolladı bizi dünyaya.
Kaşımız, gözümüz, ağzımız, burnumuz, ellerimiz, kollarımız... Gülüşlerimiz sonra, gözyaşlarımız... Hiçbirimiz farklı değildik birbirimizden.
Bilmiyordum tenimin rengi neydi, hangi ülkedeydim, dilimin adı neydi ya da din... Neydi?

Bir çocuktum sadece.
Küçücük bir çocuktum, karşı komşumuz bizle aynı renkte değil diye öldürülürken.
Küçücük bir çocuktum, bakkal amca bizle aynı dili konuşmuyor diye öldürülürken.
Küçücük bir çocuktum, kimler kimler bizle aynı şekilde dua etmiyor diye öldürülürken.
Dövülürken.
Yakılırken.
Susturulurken.
Yok edilirken.

Küçücük bir çocuktum sadece.
Küçük bir çocuğun gözlerine bakıp onu yargılayabilir misiniz?
Doğduğu topraktan, inandığı Tanrı'dan dolayı onu suçlayabilir misiniz?
Belki beyazım, belki siyahi, belki alevi, belki sünni, belki de hiçbiri.
Belki de hiçbiri değilim.
Sadece insanım ben.
Sınırları olmayan bir dünya düşleyen.
Beni yargılayabilir misiniz?
"Öyle yanlış bir zamanda yaşıyorum ki." dedim kendi kendime.
Kafamın içi tonlarca şeyle dolu, ama yapışıp kalmışım şu sandalyeye. Her şey önümde, her şeye ulaşıyorum. Sorun şu ki aslında ulaşmam gerekmiyor! O aptal oyunları oynamam ya da X/Y kişinin ne yaptığını incelemem gerekmiyor, gereksiz bir sürü sitede dolaşıp durmam da öyle.
Zihnim kusmak için çırpınıyor. Bir şeyler yazmam gerekiyor, anlatmam gerekiyor. Yürürken, sessizken hikayeler yazıyorum kendi kendime; sonra şu parlak ışıklı şeyin karşısına geçip kendimi bile unutuyorum.
Çok yanlış bir çağda yaşıyorum. Çok yanlış şeylere kapılıyorum. 
Demiştim, Cemal Süreya'yı pek severim. Bugün bir şiiri düştü aklıma, sevdiğim bir başka şaire ithafen:
"Yeşil ipek gömleğinin yakası büyük zamana düşer
Her şeyin fazlası zararlıdır ya fazla şiirden öldü Edip Cansever"
Bugün bir şiir düştü aklıma, çıkamadı olduğu yerden. 
Affet beni Cemal Ağabey, dönüyorum sana! Şiirler aşkına!
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, hayata bağlanmak varken olduğumuz yere bağlanıp kalıyoruz.
Bu defa başarmalıyım, bu defa yazmalıyım.
Parmaklarım acıyor.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Süreya'ya





Tanrı bin birinci gece şairi yarattı,
Bin ikinci gece Cemal'i,
Bin üçüncü gece şiir okudu Tanrı,
Başa döndü sonra,
Kadını yeniden yarattı.
                       -Ülkü Tamer
                                        

18 Temmuz 2012 Çarşamba

LÜTFEN!


Biz farkında olmadıkça, bir ses vermedikçe bizi de ceplerine atacaklar! Uyumayın. Uyumayalım.
Yok olmaya izin vermeyelim.

Aşk-ı Hürrem

Tatil boyunca hiç durmaksızın dinlediğimizden bana Bodrum'u hatırlatan şarkı, Can Atilla'dan:


Aslında Bodrum'la hiç ilgisi yok elbette.
Hürrem'den, Hürrem Sultan'dan bahsediyor şarkı.


"Esir gemisinin rıhtımından kendini sonsuz sulara bırakmak istedi, ama sadece umutlarını ve hayallerini attı karanlıklara. Rogatina’dan, ailesinden asırlar önce kaçırılmış gibi hissetti kendini, sonra annesinin sesi geldi kulaklarına. Issız gecede parlayan dolunaya baktı. Annesinin ninnisiyle dolunayın şevkatli kollarında sonsuza dek uyumak için yumdu gözlerini."


O güçlü yüzün, hırslı bakışların ardında; gözbebeğinde yok muydu sizce küçük bir kız çocuğu?

FD- Yüzün

Bazen öyle şarkılar, öyle şiirler, öyle sesler olur ki duyduğunuz anda olduğunuz yerde durmak istersiniz. Bir yere tutunmak ya da... Devam edemezsiniz yolunuza. Bir çığlık gibi saplanır kalırsınız öylece.

Çok olmaz bana bu. İyi olmalı müzik, sözler iyi olmalı. İkisi birleşip daha iyi olmalı. O yüzdendir son dönemlerde ağzımı büzerek yollarda yürüyüşüm. Her yanda aynı tondan, farklı gibi gözüken ama aynı şeyleri tekrarlayan sözlere sahip şarkılar... Hele şu şarkıyı ilk duyduğumda inanamadım, sözleri tam olarak şöyle:
"Gece bende kalsana
Bi' güzellik yapsana
Kitabına uydursana
Uysa da uymasa da
Acil durum uyansana"!!
Evet, gerçekten bu şarkılar seviliyor. Bu şarkıları yaş sınırı olmadan herkes dinleyip ezberliyor, sonra da iyi örnek olmaya çalışıyoruz. "Müstehcen yazılar yazıyormuş" diye Cemal Süreya'ya olur olmaz laflar edilir, töreye tecavüze karşı yazılan şarkılar yasaklanır ama böyle şarkılar tam gaz devam eder. 
Allah aşkına! Bir söz sanatı, kelime oyunu falan var da ben mi anlamıyorum?
Nerede "Dört nala sevişmek lazım" güzelliği.
Hadi be oradan size. Hadi be oradan!

(...)

İnsanı olduğu yere saplayan şarkı diyordum, değil mi?
Bunu Feridun Düzağaç o kadar iyi başarıyor ki... Hani bir sanat eseri diyemezsin ya da yepyeni bir şey... Ama öyle şiirsel ki sözleri dinlemekten ve kendini üzmekten asla bıkmazsın.
Kafanızın içi, kalbiniz nasıl hiç fark etmez eğer sözler iyiyse, müzik iyiyse o an onu yaşarsınız.
Ben bu şarkıyı her dinlediğimde şarkıyı yaşıyorum, garip.


*sanki şimdi "buralardan gitme" başlayacak, Feridun abi "Çok su verilince ölür ya çiçekler, çok ağlarım çürür gözlerim gidersen eğer .. " diyecek gibi bir his veriyor şarkının başı. "Gitme!" demesini beklerken, o " Kaç kurtar kendini, ben oyalarım... Git. " diyor. Sanki "Git" derken, "Kal" der gibi. Sanki buralardan gitme gibi ,bir devam filmi gibi.
Ancak dinledikçe hazmedilebilen bir şarkı . Zor bir şarkı. Acıtan bir şarkı. 

"Kaç kurtar kendini 
Ben oyalarım... Git! 
İçimde ne varsa sana alışan, 
hiç olmamıştı belki. 
Hayat yalanlar bizi."

Gidebilirsin artık, tutmuyorum ben seni. Zaten biraz misafir gibi, biraz eğreti durmuştu üzerinde bu aşk. Ellerimi çektim üzerinden, hadi git. Hala sende olan kalbimi geri alabilmem imkansız artık, tek bağımız o. Ama gitmek istiyorsan eğer; kaç bana dair, bize dair her şeyden. Kurtar kendini.
Belki de çoktan kurtuldun sen...
Eğer olur da gelirsem aklına, boşver. Düşünme beni, oyalarım ben kendimi. Her nasıl olursa... Sen mutlu ol yeter ki.
Sana alıştığını söylediklerim var ya... Yüreğim, ellerim, gözlerim, tenim... Boşver, hiç olmamış gibi. Hiç olmamıştı belki ... Sen yoksan zaten hiç olmadılar ki ...

"Dilerim güçlüdür zaman,bu acıdan ... "

Dilerim.
Dilerim güçlüdür.
Sana dairleri ve bıraktığın her şeyi silebilecek, açtığın yaraları kapatabilecek kadar güçlüdür dilerim zaman.
Ben inanmam.

"Yağmurdan sonra toprak kokusu yüzün. 
Toprak kokusu yüzün... 
Dokunsam da özlesem de 
aynı hüzün... Aynı hüzün... "

Hani bir kokusu vardır bilir misin toprağın? Hani şu meşhur ' yağmurdan sonra gelen toprak kokusu ' . Hani herkesin bayıldığı... İşte öyle güzel yüzün. Benim çöl iklimime yağmış bir yağmur gibi, kuraklığımın muhtaç olduğu toprak gibi, su gibi... Yağmurdan sonra toprak kokusu gibi...
Yanımda olsan da, uzağımda olsan da... Hemen yanımda, kollarımda olsan ya da yollarca uzak olsan da... Fark etmiyor! Hep aynı hüzün... Aynı hüzün... Yakınken bile uzaksın bana. Kalp atışların, nefes alışın kulaklarımda; sen uzakta... Hüzün hep burada.

" Bir adam bul kendine, 
sana aynalar tutmasın. 
O kadar güzel yüzün... 
İçine bakmasın, 
seni korkutmasın. "

Birini bul kendine, seni aynalarda ölçmesin, sen busun demesin, seni yalnız yağmurdan sonraki toprak kokusu kadar güzel olan yüzün için sevmesin. Seni 'sen' için sevsin... Aynalar tutmasın sana... İçine bakmasın, korkutmasın seni. İncinirim o zaman ben. Seni senin kadar, seni benim kadar sevebilsin.

"Özlesen de arasan da 
kendine sakla... Kendine sakla. 
Herkes, her şey senin olsun 
bir beni yasakla... Bir beni yasakla. "

Kurtardın artık sen kendini, gittin benden. Ama özlersin belki, hani öyle alışmıştık ki... Senin bana yaptığın gibi yapamam ben sana, acı veremem. bilmesen de, olsun...
Eğer üzülürsen bir gün, özlersen beni ya da ararsa bir gün ellerin ellerimi... Sus! Kendine sakla. Hele ağlarsan bir gün, dayanamam bilirsin. Tek damla gözyaşına ömrümü verirdim, bilirsin... Ya da bilmezsin, ne bileyim... Hep başkaları derdin. Sus! Kendine sakla. Yoksa dayanamam gidişine, eksik kalırım. Kalmadım sanki.
Kimi istersen, neyi istersen senin olsun. Yanında olsun her şey. Her istediğin olsun. Bir ben yokum - ki yoktum - , yine olmayayım. Adımı yasakla dudaklarına, hiç hatırlama; bir acıydı, bir aşıktı de, geç. Belki hiç sevmedin gibi. Değerse dudakların başka bir dudağa... Sus! Sakın adımı anma. Herkes, her şey senin olsun... Bir beni yasakla. Tek beni.
Oysa ben seni ...
                                                      -2008 (Yalnızca parçanın kafamda yarattığı hikaye için/ Ergen işi :))

4 Temmuz 2012 Çarşamba

"Halikarnas'ta geçen yaz..."

Boşuna dememişler "Kalbim Ege'de kaldı" diye...
Başını alıp gitmek lazımmış bazen bu yorgun şehirden. Gitmek ve hatta dönmemek gerekmiş bazen.
Ama ne yazık, kökümü salmışım İstanbul toprağına, dönmek gerek.
Döndüm.
Gülümsememe sakladım o güzelim gökyüzünü. Şimdi hadi bak dur çevrene var mı böylesi?
Derin bir nefes... Gökyüzü, ay, deniz. Rakının tadı bir başka...
Ah be Bodrum!






28 Mayıs 2012 Pazartesi

Kocaman Bir Yanlış

Cemal Süreya... Benim için hep farklı bir yerde olan, farklı bakan bir şair olmuştur. Hep başucumda şiirleri durur. Farklı bir aşktır onunkisi. Bu kadar sevdiğimden midir nedendir bilinmez başıma onunla ilgili bir iş geldi bugünlerde. Gerçi olanlar bugünlerde olmamış, ne zamandır öyleymiş de ben bunun yeni farkına varmışım.

Cemal Süreya sevenler muhakkak onun tarzını bilirler, onun şiirini nerede görseler tanırlar ya da onun olmayanı. Hani 20 şiiri vardır, hepsinin sonu "keşke yalnız bunun için sevseydim seni" ile biter. Hepsi de birbirinden güzeldir, hepsi ayrı ayrı dokunur insana. Her neyse, şu an o şiirlerden bahsetmeyeceğim.
Ben itüsözlük yazarıyım, özellikle "ergen" dönemlerimde fazlasıyla aşk içerikli yazı yazmışımdır oraya. 2007 senesindeyse "keşke yalnız bunun için sevseydim" başlığına "uzaklara doğru bir bakışın vardı, keşke yalnız bunun için sevseydim seni" cümlesinin kafamda uyandırdıklarını ve kalbimde hissettirdiklerini yazmışım. http://www.itusozluk.com/goster.php/@1744292

"uzaklara doğru bir bakışın vardı,keşke yalnız bunun için sevseydim seni" der cemal süreya.

ben keşke senin o uzaklara bakan gözlerine vurgun olsaydım, keşke yalnız bu yüzden sevseydim seni. o zaman çok kolay olurdu seni maziye bırakıp gitmek herkes gibi, unutabilmek. ama yalnız bakışların değildi ki beni sana böylesine bağlayan. hem bu fiziksel bir aşk da değildi hiç bir zaman sana duyduğum. biliyorum, eğer öyle olsaydı aylardır yüzünü görmeden senin, yine seninle dolu böyle yaşayamazdım. unuturdum seni çoktan. hep başka bir şey vardı yüreğimi sana tutsak eden, hep ne olduğunu bilmediğim bir şey vardı. ne gözlerindi beni sana böylesine bağlayan, ne o tüm dertlerimi sıkıntımı alıp içimi güzelliklerle dolduran o ilk bahar sabahına benzer gülüşün, ne de cemalin, gül yüzün... sen hep herkesten farklı geldin bana. bilinmeyenli bir denklem oldun sen hayatımda, ne kadar uğraşsam da anlayamadım seni. ya sen? sen hiç anladın mı beni? belki de hiç anlamak istemedin... oysaki gözlerim bu suskun, bu korkak kelimelerimden daha çok şey anlatırdı sana. doğru ya sen benim gözlerimi belki de hiç sahici göremedin, fotoğraflara sığınmıştı eskimiş gülüşlerim. oysaki ben burda capcanlı karşındayım, gözlerimde sen varsın. keşke görebilseydin beni, keşke sevebilseydin beni...
beni eğer gerçekten tanırsan bilirsin bir şekilde; severim kelimeleri de korkarım çoğu kez, sahibinden saklarım vuslata ermiş, bir bütün cümle olmuş o kelimeleri. beni tanırsan biraz olsun bilirsin aslında kimsenin ne bakışına gönül veririm, ne de toprak olup gidecek olan bedenine. senin de "uzaklara doğru bir bakışın vardı, keşke yalnız bunun için sevebilseydim seni."
uzaklara bakan bakışların vardı, seviyordum bakışlarını. ama sende sevdiğim hiç yalnız bakışların olmamıştı. onca zamana rağmen hala bilmediğim ve 5 günlük aşklara inat hala sende olan yüreğimi sana bağlayan bir şeyler vardı sende. ve serde öyle çok söz vardı ki; korkak...
ben senin varlığını sevdim. en büyük yalnızlığımı sende yaşamış olmayı, göz yaşlarımı uğruna dökmüş olmayı, sana dair her şeyi... yüreğini sevdim en çok da ben,y üreğime dokunan o yüreğini.
sen belki de yalnızca sevilmeyi sevdin, bense en başından beri yalnızca seni. keşke seni değil de öyle uzak uzak bakışlarını sevebilseymişim, o zaman böyle yorgun düşmezdim. kolay olurdu bir çırpıda silip atabilmek ya da unutabilmek, yok edebilmek sana dair her şeyi. "seni sevmekten değil, kaybetmekten korkarım..." diyen şarkılar dinlemezdim bir de hiç.
uzaklara doğru bir bakışın vardı,keşke yalnız bunun için sevseydim seni..."

keşke!..

Yazdığım yazı bu. ( Tüm görünüşleriyle yazmak istedim ki yanlış olmasın. 2010 senesinde yazıyı noktalama işaretlerini düzeltmek sebebiyle editledim. Bunu da sözlük kurucularından öğrenebilirsiniz sanırım.)
Yalnız komiktir ki bir çok sitede, blogta Cemal Süreya (hatta Cemal Süreyya) imzasıyla yayınlanmış. Bu kadar sevdiğim ve saygı duyduğum bir insanın yazısı sanılması benim için elbetteki çok onur verici bir durum, fakat Cemal Süreya'nın tarzına asla uymadığından onun için aynı durum söz konusu bile olamaz. Az biraz Cemal Süreya okumuşsanız bunu bilirsiniz. O bir İkinci Yeni'cidir ve söyleyişlerinde sanat, semboller hakimdir. Oysaki bu yazı ergenlik çağlarında birinin yazdığı sanatsız, dolambaçsız duygu aktarımından başka bir şey değil. Onu tanıyanlar bunu onun yazmadığını zaten okur okumaz anlamışlardır, anlayacaklardır.

Yani diyeceğim o ki, Cemal Süreya'ya saygıdan lütfen onun gibi lanse edilmesin bu. Yakışmıyor.

Hiç okumadan, araştırmadan bir şeyleri kabul etmek hele... Keşke biraz sorgulayabilse herkes, değil mi? İşte bu yüzden böyle günlere kaldık.

Sevgilerle.

18 Mayıs 2012 Cuma

İnsan!


"Hoş geldin bebek!
Başındasın her şeyin.
Bebeksin işte!
Dünya'nın bütün bebekleri aynı şekilde ağlar,
aynı şekilde doyar.
Tadını çıkar.
Belki Muhammed olur adın.
Belki Musa.
Belki İsa.
Boyun 2 metre olabilir.
Saçın sarı
Gözün siyah
Belki de esmer olursun.
Belki kısa.
İşte o zaman bebek demez kimse artık sana.
Kadın ya da erkek olursun
Ya da bambaşka
Başını aç derler
Ya da kapa!
Sev ama sakın dokunma.
Bu beden senin değil nasıl olsa
Sen çalış!
Sen doğur!
Sen savaş!
Sen sus!
İstedikleri gibi olmazsan öldürebilirler seni!
Töreler daha değerliymiş gibi hayattan!
Herkes eşittir!
Ama göreceksin,
Bazıları daha eşittir hayatta!
Şaşırma,
Burası tuhaf bir dünya!
Gülümse yine de.
Büyüdüğünde kim olursan ol
Eşit yaşaman için çalışan insanlar var burada!
Gülümse bebek.
Gün gelecek, herkes sana sadece insan diyecek."


Şimdiye kadar en çok etkilendiğim reklam filmiydi bu. Yapanlara helal olsun.


15 Mayıs 2012 Salı

Sonrası yok.

Uzun zamandır adam gibi yazamadığımı fark ettim. Önceden ellerimi klavyenin üstüne koyardım ve dökülürdü kelimeler. Bazen uzun, bazen kısa... Ama olurdu işte, bunun gibi değil.
Hisleri dökmekte mi zorlanıyorum yoksa artık bir şey hissetmek mi zor? Ya da hiçbiri değil de başka meseleler mi kurcalıyor beynimi?
Çok düşünüyorum aslında şu sıralar. Bir yandan okul yoruyor, bir yandan olup bitenler.
İçinde suçsuz öğrencilerin yargılandığı, yıllar hapis giydiği bir mahkemenin olduğu okulda okuyorum. Bir yanda "özgürlük" diye bağıran insanlar/ suratsız polisler, bir yanda Starbucks'ta oturmuş kahvelerini yudumlayan okulumun öğrencileri. Ben dersime koşuyorum, aklım etrafı polislerle kuşatılmış o kalabalığın arasında ve kafamda onlarca düşünce.
Sınıfları Starbucks'a dönüşmüş bir okulda okuyorum.
Derse koşuyorum, dersten kalmamak için koşuyorum. "Özgürlük!" diye bağıramıyorum. Özgürlük kısıtlı. Özgürlük birilerinin istediği kadar.
Az sonra ben dahil herkesin elinde akıllı telefon olan bir sınıfa gireceğim.
20 yaşında bir genç az sonra 11 yıl hüküm giyecek.
Arkadaşlarım bunu Galatasaray'ın galibiyet haberleri arasında fark etmeyecekler bile. Etseler bile ne olur ki?
Ben fark ettim de ne oldu ki?
Tiyatrolar perdelerini kapatacak. Cebinde kocaman çek defterinden başka bir şeyi olmayan bir adam belki gelecek "bu oyunu oyna!" diyecek. Koca sanatçılar işsiz kalacak.
Ben yine sınıfları Starbucks olmuş okuluma gideceğim.
Sonra?
Sonrası  yok işte,  kendi kendime düşündüm. Hepsi bu.

13 Mayıs 2012 Pazar

Tanı kendini
























Tiyatro
Müzik
Nazım Hikmet
Cemal Süreya
Kedi
Küçük Prens
Barış
Sinema
Yazı
İstanbul
.
.
.
10 kelime ve ben.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Uykular

Sakiniz,
kendimizi geceye bırakalım...
Bir kadeh gökyüzü içmeye var mısınız?
Aşka, "o"na.





Gece uyumuyor,
İçim uyumuyor.
Yanındayım,
Gökyüzü kadar sonsuz.
Canım.
Dünya'da yaşıyoruz aslında, Türkiye'de değil.
Her yer, her şey bizim aslında. 
Sınırda duruyorsun, hani "ülke"ler var ya; sınırlar var. Elini uzatsan başka bir ülkedesin, ama pasaportun yok; geçemezsin!
Dünya'da yaşıyoruz biz, bu toprak Dünya toprağı! Vatan dediğin bu Dünya.
Bir avuç toprak için bin tane cana kıymak neden?
Başka bir "millet"ten diye, ten rengi başka diye, başka bir dili konuşuyor diye insanın insana kıyması neden?
Bu "sınır" telaşı, bu hırs neden?!
Aynı doğuyoruz, farklı büyüyoruz. Tek suç büyümek mi yani?
Hiçbirimiz büyümeseydik, daha güzel bir yer mi olurdu Dünya?

"Kazandık!" diyoruz, "fethettik!"
Kimin yurdunu kim alıyor, kim kazanıyor, kim kaybediyor ey Dünyalı!
Uyan artık!

Beynimizi kim yıkıyor bizim?
Kim düşman ediyor bizi bize?
Evladını, kardeşini nasıl vurdurabiliyor o "töre?"
Töreniz batsın!
Milyonlarca ışığı nasıl söndürebiliyor, zamanı nasıl durdurabiliyor o para?
Paranız batsın!
Senle aynı düşünmüyor diye nasıl o gencecik boyunları kırdırabiliyor o lanet olası düşünce?
Düşünceniz batsın!
Nasıl oluyor da oluyor aynı Tanrı'ya inanırken bütün bunlar?
Nasıl oluyor da artık dirinin dedikodusunu yapmayı bırakıp ölüye uzanıyor bütün bu diller?
Benim inandığım Tanrı bambaşka, "oku!" diyor benim Tanrı'm.
Sizin tanrınız batsın!
Sorgulamadan kabul eden zihinleriniz batsın!
Barışla yaratılmış Dünya'yı parça parça bölüp üstüne bayrak dikip bize "vatan bu" diyen açgözlülüğünüz batsın!
Siz yaptınız bunu, siz yaptınız.
Sizin düşmanlığınız, sizin insanlığınız.
Sizin yüzünüzden, sizin "vatan" dayatmanızdan yatıyor işte her bir karış, her vatan toprağında bir genç beden
Türk?
Kürt?
İngiliz?
Fransız?
Ermeni?
Sırp?
...
Hepsi şehit, hepsi şehit.
Hepsi çocuktu, hepsi insandı.
Neden tek bir taraf tuttunuz?
Siz doğurmadınız diye mi, siz büyütmediniz diye mi?
Neden taraf oldunuz?
Neden barışı böldünüz?
Sınırları neden koydunuz?
İnsanlığınız batsın!
"Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi."
                                                    -Tezer Özlü

11 Mayıs 2012 Cuma

Yolunda değiliz,
Yolundan çıkmış bir insanlığız.
İnsan mıyız?
Kardeşini öldüren,
Aynı bedende iki olmaya çalışan,
Kendi yüzünden başkasını görmeyen,
Hesap vermeyen,

Görmeyen,
Duymayan,
Konuşmayan...

İnsanlık!

12 Aralık 2011 Pazartesi

Sonbahar

Bir şarkıda dediği gibi: "Sebebi sonbahar olmalı.."
Sonbahar gitti mi, burada mı? Hala etrafta sarı, turuncu, kızıl yapraklar... Ağaçlar çıplak.
Doğanın en güzel renkleri kışın beyazına dönmeden yola düşüp bir kaç kare çalmak gerek diyorum hayattan.
Elimde bir gün batımı ve yağmur kokulu yapraklar var.
Ne dersiniz? Bence sebebi sonbahar olmalı.









10 Aralık 2011 Cumartesi

Öylesine...

Aralık da geldi gidiyor. Aralık'ı bırakın, 2011 yılı gidiyor.
Ne kadar değişik bir sene değil miydi bu?
Yok hayır, daha önümüzde 20 gün varken ve hayat aslında her saniye değişiyorken bir 2011'e veda ya da 2011 nasıl geçti yazısı yazacak değilim.
Sabah kalktım ve düşündüm de ne kadar acı çekiyor kelimelerim. Yani aslında hepsinin gülümsemesi varken, hepsi düşmüş bir hüznün peşine gidiyor. Hüzün de diyemem aslında, bir garip, insanız.
Sadece aslında neşeli bir insan olduğumu belirtmek isterim. Hayat mutsuzlukla harcamak için çok uzun ve hayat mutsuzlukla harcamak için çok kısa. "Hayat kısadır kuzucuklarım, yine de uzundur kuzucuklarım."
Kelimelere dokunmak ve gece yarıları insanı böyle yapıyor sanırım.
Ama hayır! Aşkı, sevgiyi, dostluğu inkar edecek değilim. Sevdim, bir ömür seveceğim hissetmeyi. Çok şükür.

Bugün yılın son dolunayı var ve ay tutulması. Değişik bir gün tadını çıkaralım.

büyümeyemektupçocukçağlardan

Büyüdüm. Artık dizlerimde yaralarım yok. Koşamıyorum çünkü, koca bir bedenin içinde hapsoldum kaldım. Bir de daha sık ağrıyor omuzlarım. Halbuki o ağır kitaplarla dolu okul çantası yok sırtımda. Birkaç başka yük işte. Yaşamak için elzem birkaç yük. Ağır ... Çok ağır. Ama taşınmaya mecbur.
Artık bedenim değil, ruhum düşüyor sık sık. Ve elimden tutacak hiç kimse yok. Görmüyorlar beni, duymuyorlar. İçimde saklı bir küçük çocuk var, bilmiyorlar. Acımasızlaşıyormuş insanlar büyüdükçe , gerçekten.
Ruhum düşüyor, yaralar alıyor birkaç farklı şekilde. Bilmem kaç farklı şekilde. Sonra kan sızıyor içime içime. Doyasıya oturup ağlayamıyorum bile. Nereye gittiniz kapısında ağladığım dostlar? Nerede gülüşleriyle gözyaşlarımı dindiren insanlar? Neden artık kendi parmaklarım geziyor gözyaşlarımda? Yalnız mıyım yoksa artık? Büyümek bu mu? İnsan büyüdükçe daha mı yalnızlaşır?
Hala sorularım var. Bitmek bilmeyen sorularım. Hala keşfediyorum aslında dünyayı, doğum tarihim bilmem kaç. Merak ediyor,sorular soruyorum. Ama artık beni duyan yok. Hey dünya , merhaba! Ben buradayım hala! Değişmedim! Büyümek istemiyorum. İstemiyorum yalnızlaşmak, istemiyorum kaybetmek. İnsanın asıl büyüdüğü an , onu çocuk görenlerin gittiği andır derler. Bilseydim asla büyümek istemezdim. Ama oldu işte. Birileri bıraktı elimi ve ben yalnız kaldım. Birkaç adım atmıştım henüz ... Sonra kendimi yolun ortasında yalnız yürürken buldum. Yolun ortasında ezilmemek için çabalarken, ağırlaştı bedenim, büyüdüm.
Bazen aynaya bakıyorum da göz çizgilerimde yaşayan, oyunlar oynayan çocuklar görüyorum. Alnımdaysa sıra sıra ipe dizilmiş anılar.
Bazen de arkama bakıyorum , hani eskiden su birikintilerinde oynadıktan sonra sırılsıklam olurdu ayaklarım. Yere basıp ileri doğru yürürdüm. Islak ayak izlerim kalırdı bastığım yerlerde. Şimdi diyorum, keşke daha bir güçlü bassaymışım yere, daha bir güçlü bıraksaymışım izimi olduğum yerde. Çünkü her bir ayak izim bir daha yaşayamacağım an, her bir ayak izim beni çocukluğumdan uzaklaştıran, her bir ayak izim geçmişim... Öyleymiş, geç oldu fark etmem. Çünkü artık büyüdüm. Yaşlanıyorum. Her yıl bir artı daha. Ve ellerim bıraktı artık geçen zamanı saymayı. Ruhunun ne istediğine bakmıyor bu koca beden. Boyu uzadı mı, hayatla savaşmaya başladı mı öldürdü sanıyor içinde yaşayan çocuğu. Bir iz bırakmak istesem geçmişte " ayakkabıların ıslanır" diye bağırıyor bana. 
Arkana bak! Bir daha ne zaman yaşayacaksın?! Söylesene kaç kere daha gelmeyi planlıyorsun dünyaya! Peki Tanrı'nın planlarından haberi var mı?! Hah.
Büyüdüm işte. Büyüyünce ağlamak bile gizli kapaklı.
Büyüyünce tek açık olan şey savaşmak. Parayla, güçle, yalanlarla, insanlarla, hayatla savaşmak.
Büyüyünce kendini bırakıp başkaları için yaşamaya başlıyorsun. Çünkü hayat bazen kendinden nefret ettirirken bir yandan da onu sevmen için sana birkaç güzel şey sunuyor. Çabalamaya başlıyorsun kendini unutup. Aldığın nefes bile bedelli ya, yine de en güzel nefesi almaları için didiniyorsun kimi zaman kendin bile nefes almayı bırakıp.
İnsan büyüyünce her şey değişiyor da bir gözleri aynı kalıyor.
Ruhunu bir ayna gibi gözlerine sunan, sırlarını ele vermeye açık gözleri.
Büyüdüm. Yaşlanıyorum. Bu körlüğe, bu sağırlığa da alışıyorum yavaş yavaş.
Alışıyorum alışıyorum da ip atlamayı özlüyor ruhum , çocukluğumun şirin sokaklarında.

9 Aralık 2011 Cuma

Senfoni



Önce sesin gelir aklıma 
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm 
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli 
Sonra cumartesi günleri gelir 
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum 
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak. 

Kırk kere söyledim bir daha söylerim 
Savaşta ve barışta, karada ve denizde, 
Düşkünlükte ve esenlikte 
Zamanımız apayrı bize göre 
Yanyana olduk mu elele 
Aç kalsak ağlamayız biliyorum. 

İçim güvercinleri okşamış gibi rahat 
Sen yanımdayken ister istemez 
Geniş meydanlarda akşam üstleri 
Üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar. 

Sen yanımdayken ister istemez 
Uzak ırmakları hatırlıyorum. 

Arasıra düşmüyor değil aklıma 
Yabancı kadınların sıcaklığı 
Ama Allah bilir ya, ne saklıyayım 
Yanında ihtiyarlamak istiyorum... 

Turgut UYAR

"Bazen Gidersin Sırf Dönebilmek İçin."

"...
Küçük Prens, biraz üzgün, son baobap sürgünlerini de sökmüştü. Asla geri dönmeyeceğini düşünüyordu. Ama, her sabah yaptığı bu işler, o sabah ona çok hoş görünmüştü. Çiçeği son kez sulayıp cam fanustan koruyucusunu üzerine yerleştirmeye hazırlanırken gözleri dolu dolu oldu.
"Elveda." dedi çiçeğe.
Ama çiçek yanıt vermedi.
"Elveda." diye tekrarladı Küçük Prens.
Çiçek öksürdü, ama nezleden falan değildi öksürmesi.
Sonunda "Çok saçmaladım" dedi, "Senden özür dilemek istiyorum. Mutlu olmaya bak, e mi?"
Küçük Prens, çiçeğin sitem etmemesine şaşırmış, elinde fanus kalakalmıştı. Onun bu yumuşak, bu sakin tavrına anlam veremiyordu.
"Elbette, seviyorum seni." dedi çiçek ona. "Benim yüzümden bunu bile anlayamadın. Ama artık hiçbir önemi yok. Tabii, sen de benim kadar aptallık ettin. Artık mutlu olmaya bak... Şu fanusu da bırak elinden. İstemiyorum onu."
"Ya rüzgar...?"
"O kadar da hasta değilim... Gecenin serinliği bana iyi gelir hem. Çiçeğim ben."
"Peki, ya hayvanlar...?"
"Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, birkaç tırtıla katlanmam gerek. Çok güzel bir şey olmalı bu... Ziyaretime kim gelir yoksa? Sen uzaklarda olacaksın. Büyük hayvanlara gelince, onlardan korkum yok. Benim de pençelerim var..."
Bunu derken dört tanecik dikenini göstermişti. Sonra da "Sallanıp durma burada, huzursuz ediyorsun beni." dedi. "Madem gitmeye karar vermişssin, çek git hadi!"
Aslında, Küçük Prens ağladığını görsün istemiyordu. Pek gururlu bir çiçekti..."


Bir Küçük Prens'im vardı. Kumral Prens. Gezegeninde yetişmiş en nadir çiçekmişim gibi bakardı bana. Kızdırdım onu, bezdirdim gezegeninden. O gezegende bir o vardı bir ben, ama onu olmayan misafirlerden kıskandım. Onun için açıyordum halbuki yapraklarımı... Sözlerin aslında ne kadar anlamsız  olduğunu ama bir o kadar da yer ettiğini bilmiyordum aklın içinde. Ne o ne ben gözlerimizi kapatıp "gönlümüz"le bakmayı becerememiştik ki. O "Küçük" bir prensti, bense "küçük" bir çiçek... Sevgimdendi her şey. Anlatamadım. Haklıydı. Gitti.
"Asla geri dönmeyeceğini düşünüyordu."
Peki o zaman, gitsindi. Hem daha kolay ağlardım tek başıma bir gezegendeyken. Hiç yalnız kalmamıştım, hiç kendi kendimi korumayı, hiç kendimi dinlemeyi öğrenmemiştim ki.
Onun tutunup bu gezegenden gittiği kırlangıçlarla dost oldum ben de. Yalnızdım evet, "o"nsuz, fakat kırlangıçlara emanet ettim sırrımı. Onu gözlesinlerdi, evreni uçup da bana ondan haber getirsinlerdi.
Gitmişti. Yalnızdım. Yalnız kalmayı ve birini bekleyerek büyümeyi öğrenecektim. 
Oysa belki de hiç gelmeyecekti.
Yıllar geçti...
Belki hiç gelmeyecekti. Ama inatla açtım taç yapraklarımı. Küçük Prens'im benim. 


Gezegeninde daima başka çiçekler olmuştu. Ama basit çiçeklerdi bunlar ve sabahleyin ortaya çıkar, akşam olunca gözden kaybolurlardı. 
Pek az yer kaplarlardı, kimseye zararları yoktu. Derken bir gün, nereden geldiği bilinmeyen bir tohum, diğerlerinden çok farklı bir filiz verdi. Küçük prens önce onu yeni bir tür baobap sandı. Bu yüzden de büyümesini yakından takip etti. Ama bir süre sonra bitki uzamayı bıraktı ve tomurcuklanmaya başladı. Kocaman bir tomurcuktu bu. Tomurcuğun yeşil zarının altında olağanüstü güzellikte bir çiçeğin gelişmekte olduğunu hissediyordu küçük prens. Çiçek tüm renklerini özenle seçiyor, taç yapraklarını tek tek düzenliyor, kusursuz bir giysi meydana getirmek için hazırlıklarını yavaş yavaş tamamlıyordu. Gelincikler gibi buruşuk olmak istemiyordu. Onun istediği, güzelliğinin zaferiyle ortaya çıkmaktı. Gerçekten de çok kibirliydi. Bu gizemli hazırlıklar günlerce sürdü. Derken bir sabah, güneşin doğuşuyla birlikte çıktı ortaya.
Bunca sıkı ve özenli çalışmanın ardından önce bir esnedi.
 “ Ah, affedersin. Henüz tam uyanamadım. Saçım başım darmadağınık “ dedi.
Ama küçük prens onun güzelliği karşısında duyduğu hayranlığı gizleyemedi. “ Ah, ne kadar da güzelsin! “
“ Öyleyim değil mi? “dedi çiçek usulca, “ üstelik güneşle bir doğdum.”
Evet, pek de mütevazı sayılmazdı doğrusu, ama öyle büyüleyiciydi ki!
“ Kahvaltı vaktim geldi sanırım, lütfen bana gerekli özeni gösterir misin? “
Küçük prens düşüncesizliğinden ötürü çok utanmış, hemen koşup bir teneke su getirmişti. Böylece, biraz da alıngan kendini beğenmişliğiyle çiçek Küçük Prens'e hayatı zehir etmeye başladı.
Örneğin bir gün, dört küçük dikenine güvenerek “ Bırak da gelsin şu kaplanlar, onların pençelerinden korkmuyorum “ demişti.
“ Ama benim gezegenimde hiç kaplan yok ki! Üstelik kaplanlar ot yemezler. “
“ Ama ben bir ot değilim “ demişti çiçek alçak bir sesle.
“ Özür dilerim... “
“Kaplanlardan korkmam ama, rüzgardan nefret ederim. Benim için bir korunak bulabilir misin acaba?"
“Rüzgarda kalmaktan korkuyormuş. Bu gezegende cereyan olmaz ki. “diye düşündü küçük prens. “Bu çiçek gerçekten de çok karmaşık bir yaratık."
“ Akşama beni cam bir korunakla kapatmanı istiyorum. Burası çok soğuk bir yer. Ve oldukça da rahatsız. Benim geldiğim yerde...”
Aniden susmuştu çiçek. Ama artık çok geçti. Geldiğinde sadece bir tohumdu. Başka dünyalar hakkında bir şey bilmesine olanak yoktu. Böyle kolay keşfedilecek bir yalana başlarken yakalandığı için canı sıkılmıştı. Küçük prensi üzmek için öksürmeye başladı.
“ Korunağım nerede? “ dedi sonra.
“ Getirecektim, ama benimle konuşuyordun.”
Küçük prensi utandırmak için biraz daha öksürdü çiçek. Ona olan sevgisine ve iyi niyetine rağmen, artık küçük prens çiçekten şüphelenmeye başlamıştı. Onun anlamsız sözlerini ciddiye almıştı. Sonra da çok mutsuz olmuştu.
”Onu hiç dinlememeliydim“ diye açıldı bir gün bana. “Çiçekleri asla dinlememelisin. Onları seyretmeli, onları koklamalısın yalnızca. Çiçeğim tüm gezegeni mis gibi kokularla dolduruyordu, ama ben bundan mutlu olmayı bilemedim. Şu pençe meselesine sinirleneceğime şefkat duymalıydın ona.“
İçini dökmeye devam etti küçük prens.
“O zamanlar ne anlayışsızmışım! Onu davranışlarıyla değerlendirmeliymişim, dedikleriyle değil. Benim için kokuyor, benim için parlıyordu. Ondan kaçmamalıydım. Onun o gülünç numaralarının ardındaki sevecenliği anlamalıydım. Çiçeklerin bir anları bir anlarına uymuyor. Bense onu sevmeyi bilemeyecek kadar gençtim o zaman.”
...

Küçük Prens gidecek bir yer arıyordu, edinecek bir dost belki. Dost ne demekti peki, biliyor muydu ki? Peki sevmek?
Öğrenecekti... Her gidiş bir şeyler öğretir insana, her kalış da öyle. Her bekleyiş, her vazgeçiş...
Zaman geçtikçe anlamaya başladı Küçük Prens, öğrenmeye. Çeşit çeşit gezegen, çeşit çeşit canlı vardı dünyada ve bir sürü öğrenecek şey. Giderken içi burkulmuştu elbette ama sonra neredeyse unutmuştu gülünü. Orada bir yerde olduğunu, iyi olduğunu bildiğinden "unuttu" sanıyordu belki de.
Ama Küçük Prens zamanla öğreniyordu işte, her an, her dost ona bir şey katıyordu. Ve o, büyüdükçe daha çok düşünmeye başlıyordu gülünü.
Ah işte. Sevmişti ve seviyordu o "huysuz" gülü.
Gül de elbette onu.


-kimsin sen? dedi küçük prens. pek de güzelmişsin.
+ben tilkiyim.
-gel benimle oynayalım. öyle canım sıkılıyor ki...
+seninle oynayamam evcil değilim.
-evcil ne demek?
+anlaşılan buralı değilsin. ne arıyorsun burada?
-insanları arıyorum. evcil ne demek?
+bu insanların pek aldırmadığı bir şey. "insanlarla bağlar kurmak..." demektir evcilleşmek.
-bağlar kurmak mı?
+elbette. sen henüz benim için dünyada yaşayan diğer çocuklardan hiç de farklı değilsin. benim sana ihtiyacım yok. ama senin de bana ihtiyacın yok. ben de senin için yüz bin tilkiden daha farklı değilim. beni evcilleştirirsen birbirimize gereksinimiz olur. sen benim için dünyada tek olursun. ben de senin için bir tane olurum. 
-anlamaya başlıyorum. bir çiçek var ki... sanıyorum o beni evcilleştirdi.
+olabilir. dünyada o kadar çok şey oluyor ki...
.
.
.

sonra tilki kendini anlatmaya başladı:
+Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şuraya bak! Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday tarlaları bana hiçbir şey hatırlatmaz. Ne yazık değil mi? Buna üzülüyorum. Ama senin altın rengi saçların var. Yani beni evcilleştirirsen bu müthiş olacak. Altın rengi buğdaylar, bana seni hatırlatacak. Ben de başaklardaki rüzgar sesini seveceğim...


tilki susup uzun uzun küçük prens'i süzdü. 
+lütfen evcilleştir beni.
-seve seve yapardım bu işi. ne yazık ki çok vaktim yok. dostlar bulmam çok şey tanımam gerekiyor.
+ancak evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin. insanlar artık hiçbir şeyi tanımaya vakit ayırmıyor. hazır şeyleri satın alıyorlar. dost satan tacir olmadığı için, insanların da dostu olmuyor hiç. sen dost olmak istiyorsan evcilleştir beni.
-ne yapmalıyım?
+çok sabırlı olmalısın. önce benden biraz uzakta şu otların üstüne oturacaksın. ben sana göz ucuyla bakacağım. sen hiç ağzını açmayacaksın. çünkü dil yanlış anlamaların asıl nedenidir. ama hergün bana biraz daha yakın bir yerde oturacaksın.
.
.
.
küçük prens ertesi gün yine geldi.
+aynı saatte gelseydin daha iyi olurdu. söz gelimi öğleden sonra saat dörtte geleceksen ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. vakit ilerledikçe ben de kendimi o ölçüde mutlu hissederim. saat dört oldu mu kıpırdanmaya, kaygılanmaya başlarım. şimdiden mutluluğun değerini anlamışımdır. oysa sen herhangi bir saatte gelirsen yüreğimi gelişin için hazırlayamam. bunun için gelenekler gerekiyor.
.
.
.
uzun sözün kısası küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. ayrılık saati yaklaştığında;
ah! dedi tilki ağlayacağım.
-kabahat sende. sana hiç kötülük etmek ister miydim? seni evcilleştirmemi kendin istedin...
+doğru.
-ama bak ağlamaklısın.
+doğru.
-öyleyse bundan hiçbir kazancın olmadı.
+oldu oldu. gidip gülleri yeniden gör. kendi gülünün dünyada tek olduğunu anlayacaksın. sonra gelip bana veda edersin; o sırada sana armağan olarak bir sır vereceğim.

küçük prens gülleri yeniden görmeye gitti.
-Hiçbiriniz benim gülüm gibi değilsiniz. Çünkü henüz hiçbiriniz evcilleşmediniz. Ve siz de hiç kimseyi evcilleştirmediniz. Siz tıpkı tilkimin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki. insan sizin için canını veremez. elbette yoldan geçen biri benim gülümün size benzediğini sanabilir. o tek başına topunuzdan önemli. çünkü suladığım o. rüzgardan koruduğum o. tırtıllarını öldürdüğüm o. çünkü sızlandığı ya da böbürlendiği ya da hatta kimi zaman sustuğu sırada kulak kesildiğim o. çünkü benim gülüm o. 
.
.
.
sonra tilkinin yanına döndü.
-hoşça kal.
+hoşça kal.
“Ve işte sırrım: Bu çok basit. insan ancak yüreğiyle bakarsa bir şeyi iyi görür. gözler bir şeyin özünü göremez.”
"gözler bir şeyin özünü göremez" diye tekrarladı küçük prens.. Öğrendiğinden emin olmak istiyordu.
“Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir” dedi küçük prens.
“İnsanlar bu en önemli gerçeği unuttular. Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun. Gülüne karşı sorumlusun.
“Gülüme karşı sorumluyum” diye tekrarladı küçük prens, öğrendiğinden emin olmak için. Sonra yoluna devam etti.

Hepimizin şu hayatta doğruyu görmek için bir "tilki"ye ihtiyacı yok mu? Olmaz mı hiç...
Gül de olsak Küçük Prens de, hepimizin bir tilkisi vardır. Yoksa kayboluruz koskoca evrende ya da solup gideriz. Benim de güzel bir tilkim var: Gece'm.
Ve Kumral Çocuk, sen izin versen de vermesen de bir gün öğreneceksin bunu. Gülünü özlüyorsun, gülünü seviyorsun ve aslında tüm gidişin ona dönmek için.



"(...)
“Küçük adamım, korkmuşsun sen...”
Nasıl korkmasındı! Ama, Küçük Prens usulca güldü.
“Bu gece çok daha fazla korkacağım” dedi.
Bir kez daha, içimde onarılmaz bir acı duydum. Bu gülüşü bir kez daha duyamayacağımı düşünmek bile istemiyordum. Buna dayanamazdım. Gülüşü, çölün ortasında bir su kaynağı gibiydi benim için.
“Küçük adamım, bir daha güldüğünü duymak istiyorum.” dedim.
Ama o bana : “Bu gece, Dünyaya ineli tam bir yıl oluyor. Gezegenim, geçen yıl Dünyaya indiğim yerin tam üstünde olacak bu gece.” dedi.
“Küçük adamım, lütfen bunun sadece kötü bir rüya olduğunu söyle bana” dedim, “şu yılan hikayesinin, şu buluşmanın ve gezegenine geri döneceğinin...”
Soruma yanıt vermedi.
“Asıl önemli olan gözle görünmeyendir.” 
“Elbette...”
“Tıpkı çiçek gibi... Yıldızlardan birindeki bir çiçeği seversen akşamları gökyüzüne bakmak ne güzeldir! Tüm yıldızlar çiçeğe dururlar.”
“Elbette...”
“Tıpkı su gibi. Bana içirdiğin su müzik gibiydi; çıkrık ve ip nedeniyle... Hatırlıyorsun, değil mi, ne hoştu...” 
“Elbette...”
“Geceleri yıldızlara bakacaksın. Benim yıldızım bulup da sana gösteremeyeceğim kadar küçük. İyi ki de öyle.. Yıldızım senin için şu yıldızlardan biri olacak. O zaman da bütün yıldızlara bakmak mutlu edecek seni... Hepsi birden dostun olacak. Şimdi sana bir hediyem var...”
Böyle deyip bir kez daha güldü.
“Ah, küçük adamım, küçük dostum benim. Gülüşünü duymak çok güzel!”
“Benim hediyem de bu işte... Tıpkı su gibi...”
“Anlamıyorum...”
“Herkesin bir yıldızı var, ama hiçbiri aynı değil. Yola çıkanlar için yıldızlar birer kılavuz olurlar. Kimileri içinse, küçük ışıklardan başka bir şey değildirler. Bilginler için çözülecek birer problem... Şu benim işadamı için, altından yapılmışlardır. Ama bu yıldızların hepsi suskundur. Senin yıldızınsa kimseninkilere benzemeyecek.”
“Ne demek bu?”
“O yıldızlardan birinde ben yaşıyor, ben gülüyor olacağım... İşte bu yüzden, geceleri gökyüzüne baktığın zaman, bütün yıldızlar gülüyor gibi gelecek sana. Yalnız senin gülmeyi bilen yıldızların olacak!“
Tekrar güldü.
“Günün birinde üzüntün geçince (üzüntüler günün birinde mutlaka geçer), beni tanımış olduğuna sevineceksin. Hep dostum olarak kalacaksın benim. Benimle gülmek isteyeceksin. Bazen, aklına esip pencereni açacaksın... Dostların senin gökyüzüne bakıp güldüğünü görünce hayretler içinde kalacaklar. O zaman sen de onlara: “Ah, evet, yıldızlar beni hep güldürürler” diyeceksin. Aklını kaçırdığını sanacaklar. Görüyorsun, ben de sana iyi bir oyun oynamış olacağım...”
Ve bir kez daha güldü.
“Aslında ben sana bir sürü yıldız değil de, kahkaha atabilen bir sürü zil vermiş gibi oldum.”
Yine güldü. Sonra ciddileşti. “Bu gece... Biliyorsun... Gelme...”
“Seni bırakmam.”
“Acı çekiyormuş gibi görüneceğim... Ölüyormuşum gibi biraz... Böyle işte. Görme halimi, değmez...”
“Bırakmam seni” 
Birden kaygılandı.
“Sana böyle söylememin nedeni, biraz da yılan yüzünden. Seni de sokmasının lüzumu yok... Yılanlar hain olurlar. Sırf keyfi için sokabilir seni bu yılan...”
“Bırakmam seni” 
Sonra birden rahatladı. 
“Neyse ki, ikinci kez sokacak zehirleri kalmıyor...”

O gece yola çıktığını görmedim. Sessizce ayrılmıştı. Arkasından koşup ona yetiştiğimde, hızlı ve kararlı adımlarla yürüdüğünü gördüm.
“Demek geldin...” dedi yalnızca.
Elimi tuttu. Ama belli ki çok üzülmüştü.
“Hiç iyi yapmadın. Acı çekeceksin. Ölmüş gibi görüneceğim, ama gerçekte ölmüş olmayacağım.”
Bense susuyordum.
“Anlaman gerekiyor. Orası çok uzak. Bedenimi oraya götüremem. Bunun için fazla ağır.”
Bense susuyordum.
“Tıpkı içi boşalmış yaşlı bir ağaç kabuğu gibi olacak. Ağaç kabukları o kadar acıtmaz insanın içini...”
Bir parça cesareti kırılmıştı. Son bir güçle devam etti.
“Biliyorsun, çok güzel olacak. Yıldızlara ben de bakacağım. Bütün yıldızlar paslanmış makaraları olan birer kuyu olacak benim için. Hepsi bana içecek su verecekler” dedi. 
Hiçbir şey demedim.
“Çok güzel olacak, inan bana. ben de yıldızlara bakacağım hem. Yıldızların hepsi çıkrığı paslı birer kuyu olacak benim için. Yıldızların hepsi taze su verecekler bana.”
Bense susuyordum.
“Ne güzel eğleneceğiz! Senin beş yüz milyon çıngırağın olacak, benim de beş yüz milyon çeşmem..."
Sonunda o da sustu, ağlıyordu...

“İşte burası. Bırak da gideyim.”
Sonra korkudan yere çöktü.
“Sen de biliyorsun... Çiçeğim... Sorumluluğu bana ait onun! O kadar güçsüz, o kadar saf ki! Bütün tehlikelere karşı kendini korumak için dört dikeninden başka bir şeyi yok..”
Ben de artık ayakta duramadığımdam yere çökmüştüm.
“İşte...” dedi, “Hepsi bu...” 
Bir an duraklar gibi oldu, sonra yeniden ayağa kalktı. İleriye doğru bir adım attı. Bense kıpırdayamıyordum.
Ayak bileğinin yanında sarı bir parıltı gördüm, o kadar. Bir an hareketsiz durdu. Hiç bağırmadı. Bir ağaç gibi, yavaşça düştü yere. Yer kum olduğu için, tek bir ses bile duyulmadı.
(...)"

Oysa o dönmeyi düşünmeden gitmişti, değil mi?
Sonra gönlüyle görebilmeyi öğrendi, dostluğu, hayatı... Ve artık yalnız gülüyle olabilirdi. Belki de o yüzden hiçbir gezegende uzun süre duramadı. Birbirine benzeyen binlerce gül, ama hayır onun gülü hiçbirine benzemez.

Sahi, Küçük Prens bu yollardan geçerken ne yapıyordu gülü? Bir daha dönmemecesine gülünü o gezegende bırakıp gittiğinde ne yaptı gül? Rüzgardan, kaplanlardan, tırtıllardan kim korudu onu? Küçük Prens o kadar zaman sonra nasıl da emin döndü gezegenine çiçeğinin solup gitmediğinden?
Çiçek asıl dersi alıyordu, dedim ya. Toprağına gözyaşları akıtıp güzel tuttu yapraklarını; kırlangıçlarla, üstüne konan tırtıllarla dost oldu. Belki de bir sürü rengarenk kelebek bekliyordu Küçük Prens'i gülüne vardığında? O kavuşmayı, mutluluğu kutlamak için.
Rüzgarları da sevdi gül bu arada. Saçları dağılsındı ne olacak. Üşüsündü fark etmez, "o"nu düşünür iyileşirdi.
Küçük Prens bunları bilmiyordu, bilmiyordu ama içinde bir yerde emindi gülünün hala orada olduğundan.
Uzun zaman geçti... Geçmeliydi. Çünkü onu "evine" götürecek yıldız ancak ilk defa o gün geçiyordu olduğu yerin üzerinden. Daha önce istese de gidemezdi ki. Her şeyin doğru bir zamanı vardı.
Ah Küçük Prens... Kimbilir nasıl da mutludur şimdi gülüyle gezegeninde, bir de dost götürdü yanında "kuzu" kutusuyla.
Belki de aşktı o, umuttu, inançtı? Gülüne asla zarar vermeyecekti. Gülü de artık huysuzluk yapmayacaktı.

Benim Küçük Prens'im, kumral çocuğum. Yıldızının gezegenimize ulaşmasını bekliyorum. Yapraklarımı açtım. Gülümsüyorum. Daha solmama çok vakit var...