9 Aralık 2011 Cuma

"Bazen Gidersin Sırf Dönebilmek İçin."

"...
Küçük Prens, biraz üzgün, son baobap sürgünlerini de sökmüştü. Asla geri dönmeyeceğini düşünüyordu. Ama, her sabah yaptığı bu işler, o sabah ona çok hoş görünmüştü. Çiçeği son kez sulayıp cam fanustan koruyucusunu üzerine yerleştirmeye hazırlanırken gözleri dolu dolu oldu.
"Elveda." dedi çiçeğe.
Ama çiçek yanıt vermedi.
"Elveda." diye tekrarladı Küçük Prens.
Çiçek öksürdü, ama nezleden falan değildi öksürmesi.
Sonunda "Çok saçmaladım" dedi, "Senden özür dilemek istiyorum. Mutlu olmaya bak, e mi?"
Küçük Prens, çiçeğin sitem etmemesine şaşırmış, elinde fanus kalakalmıştı. Onun bu yumuşak, bu sakin tavrına anlam veremiyordu.
"Elbette, seviyorum seni." dedi çiçek ona. "Benim yüzümden bunu bile anlayamadın. Ama artık hiçbir önemi yok. Tabii, sen de benim kadar aptallık ettin. Artık mutlu olmaya bak... Şu fanusu da bırak elinden. İstemiyorum onu."
"Ya rüzgar...?"
"O kadar da hasta değilim... Gecenin serinliği bana iyi gelir hem. Çiçeğim ben."
"Peki, ya hayvanlar...?"
"Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, birkaç tırtıla katlanmam gerek. Çok güzel bir şey olmalı bu... Ziyaretime kim gelir yoksa? Sen uzaklarda olacaksın. Büyük hayvanlara gelince, onlardan korkum yok. Benim de pençelerim var..."
Bunu derken dört tanecik dikenini göstermişti. Sonra da "Sallanıp durma burada, huzursuz ediyorsun beni." dedi. "Madem gitmeye karar vermişssin, çek git hadi!"
Aslında, Küçük Prens ağladığını görsün istemiyordu. Pek gururlu bir çiçekti..."


Bir Küçük Prens'im vardı. Kumral Prens. Gezegeninde yetişmiş en nadir çiçekmişim gibi bakardı bana. Kızdırdım onu, bezdirdim gezegeninden. O gezegende bir o vardı bir ben, ama onu olmayan misafirlerden kıskandım. Onun için açıyordum halbuki yapraklarımı... Sözlerin aslında ne kadar anlamsız  olduğunu ama bir o kadar da yer ettiğini bilmiyordum aklın içinde. Ne o ne ben gözlerimizi kapatıp "gönlümüz"le bakmayı becerememiştik ki. O "Küçük" bir prensti, bense "küçük" bir çiçek... Sevgimdendi her şey. Anlatamadım. Haklıydı. Gitti.
"Asla geri dönmeyeceğini düşünüyordu."
Peki o zaman, gitsindi. Hem daha kolay ağlardım tek başıma bir gezegendeyken. Hiç yalnız kalmamıştım, hiç kendi kendimi korumayı, hiç kendimi dinlemeyi öğrenmemiştim ki.
Onun tutunup bu gezegenden gittiği kırlangıçlarla dost oldum ben de. Yalnızdım evet, "o"nsuz, fakat kırlangıçlara emanet ettim sırrımı. Onu gözlesinlerdi, evreni uçup da bana ondan haber getirsinlerdi.
Gitmişti. Yalnızdım. Yalnız kalmayı ve birini bekleyerek büyümeyi öğrenecektim. 
Oysa belki de hiç gelmeyecekti.
Yıllar geçti...
Belki hiç gelmeyecekti. Ama inatla açtım taç yapraklarımı. Küçük Prens'im benim. 


Gezegeninde daima başka çiçekler olmuştu. Ama basit çiçeklerdi bunlar ve sabahleyin ortaya çıkar, akşam olunca gözden kaybolurlardı. 
Pek az yer kaplarlardı, kimseye zararları yoktu. Derken bir gün, nereden geldiği bilinmeyen bir tohum, diğerlerinden çok farklı bir filiz verdi. Küçük prens önce onu yeni bir tür baobap sandı. Bu yüzden de büyümesini yakından takip etti. Ama bir süre sonra bitki uzamayı bıraktı ve tomurcuklanmaya başladı. Kocaman bir tomurcuktu bu. Tomurcuğun yeşil zarının altında olağanüstü güzellikte bir çiçeğin gelişmekte olduğunu hissediyordu küçük prens. Çiçek tüm renklerini özenle seçiyor, taç yapraklarını tek tek düzenliyor, kusursuz bir giysi meydana getirmek için hazırlıklarını yavaş yavaş tamamlıyordu. Gelincikler gibi buruşuk olmak istemiyordu. Onun istediği, güzelliğinin zaferiyle ortaya çıkmaktı. Gerçekten de çok kibirliydi. Bu gizemli hazırlıklar günlerce sürdü. Derken bir sabah, güneşin doğuşuyla birlikte çıktı ortaya.
Bunca sıkı ve özenli çalışmanın ardından önce bir esnedi.
 “ Ah, affedersin. Henüz tam uyanamadım. Saçım başım darmadağınık “ dedi.
Ama küçük prens onun güzelliği karşısında duyduğu hayranlığı gizleyemedi. “ Ah, ne kadar da güzelsin! “
“ Öyleyim değil mi? “dedi çiçek usulca, “ üstelik güneşle bir doğdum.”
Evet, pek de mütevazı sayılmazdı doğrusu, ama öyle büyüleyiciydi ki!
“ Kahvaltı vaktim geldi sanırım, lütfen bana gerekli özeni gösterir misin? “
Küçük prens düşüncesizliğinden ötürü çok utanmış, hemen koşup bir teneke su getirmişti. Böylece, biraz da alıngan kendini beğenmişliğiyle çiçek Küçük Prens'e hayatı zehir etmeye başladı.
Örneğin bir gün, dört küçük dikenine güvenerek “ Bırak da gelsin şu kaplanlar, onların pençelerinden korkmuyorum “ demişti.
“ Ama benim gezegenimde hiç kaplan yok ki! Üstelik kaplanlar ot yemezler. “
“ Ama ben bir ot değilim “ demişti çiçek alçak bir sesle.
“ Özür dilerim... “
“Kaplanlardan korkmam ama, rüzgardan nefret ederim. Benim için bir korunak bulabilir misin acaba?"
“Rüzgarda kalmaktan korkuyormuş. Bu gezegende cereyan olmaz ki. “diye düşündü küçük prens. “Bu çiçek gerçekten de çok karmaşık bir yaratık."
“ Akşama beni cam bir korunakla kapatmanı istiyorum. Burası çok soğuk bir yer. Ve oldukça da rahatsız. Benim geldiğim yerde...”
Aniden susmuştu çiçek. Ama artık çok geçti. Geldiğinde sadece bir tohumdu. Başka dünyalar hakkında bir şey bilmesine olanak yoktu. Böyle kolay keşfedilecek bir yalana başlarken yakalandığı için canı sıkılmıştı. Küçük prensi üzmek için öksürmeye başladı.
“ Korunağım nerede? “ dedi sonra.
“ Getirecektim, ama benimle konuşuyordun.”
Küçük prensi utandırmak için biraz daha öksürdü çiçek. Ona olan sevgisine ve iyi niyetine rağmen, artık küçük prens çiçekten şüphelenmeye başlamıştı. Onun anlamsız sözlerini ciddiye almıştı. Sonra da çok mutsuz olmuştu.
”Onu hiç dinlememeliydim“ diye açıldı bir gün bana. “Çiçekleri asla dinlememelisin. Onları seyretmeli, onları koklamalısın yalnızca. Çiçeğim tüm gezegeni mis gibi kokularla dolduruyordu, ama ben bundan mutlu olmayı bilemedim. Şu pençe meselesine sinirleneceğime şefkat duymalıydın ona.“
İçini dökmeye devam etti küçük prens.
“O zamanlar ne anlayışsızmışım! Onu davranışlarıyla değerlendirmeliymişim, dedikleriyle değil. Benim için kokuyor, benim için parlıyordu. Ondan kaçmamalıydım. Onun o gülünç numaralarının ardındaki sevecenliği anlamalıydım. Çiçeklerin bir anları bir anlarına uymuyor. Bense onu sevmeyi bilemeyecek kadar gençtim o zaman.”
...

Küçük Prens gidecek bir yer arıyordu, edinecek bir dost belki. Dost ne demekti peki, biliyor muydu ki? Peki sevmek?
Öğrenecekti... Her gidiş bir şeyler öğretir insana, her kalış da öyle. Her bekleyiş, her vazgeçiş...
Zaman geçtikçe anlamaya başladı Küçük Prens, öğrenmeye. Çeşit çeşit gezegen, çeşit çeşit canlı vardı dünyada ve bir sürü öğrenecek şey. Giderken içi burkulmuştu elbette ama sonra neredeyse unutmuştu gülünü. Orada bir yerde olduğunu, iyi olduğunu bildiğinden "unuttu" sanıyordu belki de.
Ama Küçük Prens zamanla öğreniyordu işte, her an, her dost ona bir şey katıyordu. Ve o, büyüdükçe daha çok düşünmeye başlıyordu gülünü.
Ah işte. Sevmişti ve seviyordu o "huysuz" gülü.
Gül de elbette onu.


-kimsin sen? dedi küçük prens. pek de güzelmişsin.
+ben tilkiyim.
-gel benimle oynayalım. öyle canım sıkılıyor ki...
+seninle oynayamam evcil değilim.
-evcil ne demek?
+anlaşılan buralı değilsin. ne arıyorsun burada?
-insanları arıyorum. evcil ne demek?
+bu insanların pek aldırmadığı bir şey. "insanlarla bağlar kurmak..." demektir evcilleşmek.
-bağlar kurmak mı?
+elbette. sen henüz benim için dünyada yaşayan diğer çocuklardan hiç de farklı değilsin. benim sana ihtiyacım yok. ama senin de bana ihtiyacın yok. ben de senin için yüz bin tilkiden daha farklı değilim. beni evcilleştirirsen birbirimize gereksinimiz olur. sen benim için dünyada tek olursun. ben de senin için bir tane olurum. 
-anlamaya başlıyorum. bir çiçek var ki... sanıyorum o beni evcilleştirdi.
+olabilir. dünyada o kadar çok şey oluyor ki...
.
.
.

sonra tilki kendini anlatmaya başladı:
+Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şuraya bak! Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday tarlaları bana hiçbir şey hatırlatmaz. Ne yazık değil mi? Buna üzülüyorum. Ama senin altın rengi saçların var. Yani beni evcilleştirirsen bu müthiş olacak. Altın rengi buğdaylar, bana seni hatırlatacak. Ben de başaklardaki rüzgar sesini seveceğim...


tilki susup uzun uzun küçük prens'i süzdü. 
+lütfen evcilleştir beni.
-seve seve yapardım bu işi. ne yazık ki çok vaktim yok. dostlar bulmam çok şey tanımam gerekiyor.
+ancak evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin. insanlar artık hiçbir şeyi tanımaya vakit ayırmıyor. hazır şeyleri satın alıyorlar. dost satan tacir olmadığı için, insanların da dostu olmuyor hiç. sen dost olmak istiyorsan evcilleştir beni.
-ne yapmalıyım?
+çok sabırlı olmalısın. önce benden biraz uzakta şu otların üstüne oturacaksın. ben sana göz ucuyla bakacağım. sen hiç ağzını açmayacaksın. çünkü dil yanlış anlamaların asıl nedenidir. ama hergün bana biraz daha yakın bir yerde oturacaksın.
.
.
.
küçük prens ertesi gün yine geldi.
+aynı saatte gelseydin daha iyi olurdu. söz gelimi öğleden sonra saat dörtte geleceksen ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. vakit ilerledikçe ben de kendimi o ölçüde mutlu hissederim. saat dört oldu mu kıpırdanmaya, kaygılanmaya başlarım. şimdiden mutluluğun değerini anlamışımdır. oysa sen herhangi bir saatte gelirsen yüreğimi gelişin için hazırlayamam. bunun için gelenekler gerekiyor.
.
.
.
uzun sözün kısası küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. ayrılık saati yaklaştığında;
ah! dedi tilki ağlayacağım.
-kabahat sende. sana hiç kötülük etmek ister miydim? seni evcilleştirmemi kendin istedin...
+doğru.
-ama bak ağlamaklısın.
+doğru.
-öyleyse bundan hiçbir kazancın olmadı.
+oldu oldu. gidip gülleri yeniden gör. kendi gülünün dünyada tek olduğunu anlayacaksın. sonra gelip bana veda edersin; o sırada sana armağan olarak bir sır vereceğim.

küçük prens gülleri yeniden görmeye gitti.
-Hiçbiriniz benim gülüm gibi değilsiniz. Çünkü henüz hiçbiriniz evcilleşmediniz. Ve siz de hiç kimseyi evcilleştirmediniz. Siz tıpkı tilkimin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki. insan sizin için canını veremez. elbette yoldan geçen biri benim gülümün size benzediğini sanabilir. o tek başına topunuzdan önemli. çünkü suladığım o. rüzgardan koruduğum o. tırtıllarını öldürdüğüm o. çünkü sızlandığı ya da böbürlendiği ya da hatta kimi zaman sustuğu sırada kulak kesildiğim o. çünkü benim gülüm o. 
.
.
.
sonra tilkinin yanına döndü.
-hoşça kal.
+hoşça kal.
“Ve işte sırrım: Bu çok basit. insan ancak yüreğiyle bakarsa bir şeyi iyi görür. gözler bir şeyin özünü göremez.”
"gözler bir şeyin özünü göremez" diye tekrarladı küçük prens.. Öğrendiğinden emin olmak istiyordu.
“Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir” dedi küçük prens.
“İnsanlar bu en önemli gerçeği unuttular. Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun. Gülüne karşı sorumlusun.
“Gülüme karşı sorumluyum” diye tekrarladı küçük prens, öğrendiğinden emin olmak için. Sonra yoluna devam etti.

Hepimizin şu hayatta doğruyu görmek için bir "tilki"ye ihtiyacı yok mu? Olmaz mı hiç...
Gül de olsak Küçük Prens de, hepimizin bir tilkisi vardır. Yoksa kayboluruz koskoca evrende ya da solup gideriz. Benim de güzel bir tilkim var: Gece'm.
Ve Kumral Çocuk, sen izin versen de vermesen de bir gün öğreneceksin bunu. Gülünü özlüyorsun, gülünü seviyorsun ve aslında tüm gidişin ona dönmek için.



"(...)
“Küçük adamım, korkmuşsun sen...”
Nasıl korkmasındı! Ama, Küçük Prens usulca güldü.
“Bu gece çok daha fazla korkacağım” dedi.
Bir kez daha, içimde onarılmaz bir acı duydum. Bu gülüşü bir kez daha duyamayacağımı düşünmek bile istemiyordum. Buna dayanamazdım. Gülüşü, çölün ortasında bir su kaynağı gibiydi benim için.
“Küçük adamım, bir daha güldüğünü duymak istiyorum.” dedim.
Ama o bana : “Bu gece, Dünyaya ineli tam bir yıl oluyor. Gezegenim, geçen yıl Dünyaya indiğim yerin tam üstünde olacak bu gece.” dedi.
“Küçük adamım, lütfen bunun sadece kötü bir rüya olduğunu söyle bana” dedim, “şu yılan hikayesinin, şu buluşmanın ve gezegenine geri döneceğinin...”
Soruma yanıt vermedi.
“Asıl önemli olan gözle görünmeyendir.” 
“Elbette...”
“Tıpkı çiçek gibi... Yıldızlardan birindeki bir çiçeği seversen akşamları gökyüzüne bakmak ne güzeldir! Tüm yıldızlar çiçeğe dururlar.”
“Elbette...”
“Tıpkı su gibi. Bana içirdiğin su müzik gibiydi; çıkrık ve ip nedeniyle... Hatırlıyorsun, değil mi, ne hoştu...” 
“Elbette...”
“Geceleri yıldızlara bakacaksın. Benim yıldızım bulup da sana gösteremeyeceğim kadar küçük. İyi ki de öyle.. Yıldızım senin için şu yıldızlardan biri olacak. O zaman da bütün yıldızlara bakmak mutlu edecek seni... Hepsi birden dostun olacak. Şimdi sana bir hediyem var...”
Böyle deyip bir kez daha güldü.
“Ah, küçük adamım, küçük dostum benim. Gülüşünü duymak çok güzel!”
“Benim hediyem de bu işte... Tıpkı su gibi...”
“Anlamıyorum...”
“Herkesin bir yıldızı var, ama hiçbiri aynı değil. Yola çıkanlar için yıldızlar birer kılavuz olurlar. Kimileri içinse, küçük ışıklardan başka bir şey değildirler. Bilginler için çözülecek birer problem... Şu benim işadamı için, altından yapılmışlardır. Ama bu yıldızların hepsi suskundur. Senin yıldızınsa kimseninkilere benzemeyecek.”
“Ne demek bu?”
“O yıldızlardan birinde ben yaşıyor, ben gülüyor olacağım... İşte bu yüzden, geceleri gökyüzüne baktığın zaman, bütün yıldızlar gülüyor gibi gelecek sana. Yalnız senin gülmeyi bilen yıldızların olacak!“
Tekrar güldü.
“Günün birinde üzüntün geçince (üzüntüler günün birinde mutlaka geçer), beni tanımış olduğuna sevineceksin. Hep dostum olarak kalacaksın benim. Benimle gülmek isteyeceksin. Bazen, aklına esip pencereni açacaksın... Dostların senin gökyüzüne bakıp güldüğünü görünce hayretler içinde kalacaklar. O zaman sen de onlara: “Ah, evet, yıldızlar beni hep güldürürler” diyeceksin. Aklını kaçırdığını sanacaklar. Görüyorsun, ben de sana iyi bir oyun oynamış olacağım...”
Ve bir kez daha güldü.
“Aslında ben sana bir sürü yıldız değil de, kahkaha atabilen bir sürü zil vermiş gibi oldum.”
Yine güldü. Sonra ciddileşti. “Bu gece... Biliyorsun... Gelme...”
“Seni bırakmam.”
“Acı çekiyormuş gibi görüneceğim... Ölüyormuşum gibi biraz... Böyle işte. Görme halimi, değmez...”
“Bırakmam seni” 
Birden kaygılandı.
“Sana böyle söylememin nedeni, biraz da yılan yüzünden. Seni de sokmasının lüzumu yok... Yılanlar hain olurlar. Sırf keyfi için sokabilir seni bu yılan...”
“Bırakmam seni” 
Sonra birden rahatladı. 
“Neyse ki, ikinci kez sokacak zehirleri kalmıyor...”

O gece yola çıktığını görmedim. Sessizce ayrılmıştı. Arkasından koşup ona yetiştiğimde, hızlı ve kararlı adımlarla yürüdüğünü gördüm.
“Demek geldin...” dedi yalnızca.
Elimi tuttu. Ama belli ki çok üzülmüştü.
“Hiç iyi yapmadın. Acı çekeceksin. Ölmüş gibi görüneceğim, ama gerçekte ölmüş olmayacağım.”
Bense susuyordum.
“Anlaman gerekiyor. Orası çok uzak. Bedenimi oraya götüremem. Bunun için fazla ağır.”
Bense susuyordum.
“Tıpkı içi boşalmış yaşlı bir ağaç kabuğu gibi olacak. Ağaç kabukları o kadar acıtmaz insanın içini...”
Bir parça cesareti kırılmıştı. Son bir güçle devam etti.
“Biliyorsun, çok güzel olacak. Yıldızlara ben de bakacağım. Bütün yıldızlar paslanmış makaraları olan birer kuyu olacak benim için. Hepsi bana içecek su verecekler” dedi. 
Hiçbir şey demedim.
“Çok güzel olacak, inan bana. ben de yıldızlara bakacağım hem. Yıldızların hepsi çıkrığı paslı birer kuyu olacak benim için. Yıldızların hepsi taze su verecekler bana.”
Bense susuyordum.
“Ne güzel eğleneceğiz! Senin beş yüz milyon çıngırağın olacak, benim de beş yüz milyon çeşmem..."
Sonunda o da sustu, ağlıyordu...

“İşte burası. Bırak da gideyim.”
Sonra korkudan yere çöktü.
“Sen de biliyorsun... Çiçeğim... Sorumluluğu bana ait onun! O kadar güçsüz, o kadar saf ki! Bütün tehlikelere karşı kendini korumak için dört dikeninden başka bir şeyi yok..”
Ben de artık ayakta duramadığımdam yere çökmüştüm.
“İşte...” dedi, “Hepsi bu...” 
Bir an duraklar gibi oldu, sonra yeniden ayağa kalktı. İleriye doğru bir adım attı. Bense kıpırdayamıyordum.
Ayak bileğinin yanında sarı bir parıltı gördüm, o kadar. Bir an hareketsiz durdu. Hiç bağırmadı. Bir ağaç gibi, yavaşça düştü yere. Yer kum olduğu için, tek bir ses bile duyulmadı.
(...)"

Oysa o dönmeyi düşünmeden gitmişti, değil mi?
Sonra gönlüyle görebilmeyi öğrendi, dostluğu, hayatı... Ve artık yalnız gülüyle olabilirdi. Belki de o yüzden hiçbir gezegende uzun süre duramadı. Birbirine benzeyen binlerce gül, ama hayır onun gülü hiçbirine benzemez.

Sahi, Küçük Prens bu yollardan geçerken ne yapıyordu gülü? Bir daha dönmemecesine gülünü o gezegende bırakıp gittiğinde ne yaptı gül? Rüzgardan, kaplanlardan, tırtıllardan kim korudu onu? Küçük Prens o kadar zaman sonra nasıl da emin döndü gezegenine çiçeğinin solup gitmediğinden?
Çiçek asıl dersi alıyordu, dedim ya. Toprağına gözyaşları akıtıp güzel tuttu yapraklarını; kırlangıçlarla, üstüne konan tırtıllarla dost oldu. Belki de bir sürü rengarenk kelebek bekliyordu Küçük Prens'i gülüne vardığında? O kavuşmayı, mutluluğu kutlamak için.
Rüzgarları da sevdi gül bu arada. Saçları dağılsındı ne olacak. Üşüsündü fark etmez, "o"nu düşünür iyileşirdi.
Küçük Prens bunları bilmiyordu, bilmiyordu ama içinde bir yerde emindi gülünün hala orada olduğundan.
Uzun zaman geçti... Geçmeliydi. Çünkü onu "evine" götürecek yıldız ancak ilk defa o gün geçiyordu olduğu yerin üzerinden. Daha önce istese de gidemezdi ki. Her şeyin doğru bir zamanı vardı.
Ah Küçük Prens... Kimbilir nasıl da mutludur şimdi gülüyle gezegeninde, bir de dost götürdü yanında "kuzu" kutusuyla.
Belki de aşktı o, umuttu, inançtı? Gülüne asla zarar vermeyecekti. Gülü de artık huysuzluk yapmayacaktı.

Benim Küçük Prens'im, kumral çocuğum. Yıldızının gezegenimize ulaşmasını bekliyorum. Yapraklarımı açtım. Gülümsüyorum. Daha solmama çok vakit var...

2 yorum:

  1. okudukça ağladım, ağladıkça hatırladım, elinize sağlık, yüreğime dokundu bu paylaşımınız.

    YanıtlaSil
  2. Ağlatmak istemezdim elbette, ama benim de ağlayarak yazdıklarımdan... Teşekkür ederim :)

    YanıtlaSil